
13 Temmuz 2009 Pazartesi
Aşkın Neresindesin?
Elif Şafak gerçek anlamda ustalık örneği sunuyor ‘Aşk’ta. Her romanı ardından her okuru coşturan ve gittikçe güzelleşen diliyle, olağanüstü kurgusuyla, eşsiz bir eser çıkarmış ortaya. Aslında romanın ilk başlarında kendimi kutsal bir metin okur gibi hissettiğim için biraz yadırgadım
ASUMAN KAFAOĞLU-BÜKE
Öyle çok anlamları vardır ki ‘aşk’ın. İlkçağ düşünürleri gibi, tanrı aşkı, karı-koca aşkı, erotik aşk için keşke biz de farklı sözcükler mi kullansak diye düşünmeden edemez insan. Midemizin orta yerinde bir sancı olarak hissettiğimiz aşk farklı sözcüklerle ifade edilse de aynı şey olabilir mi? Rumi gibi düşünürler için her duyguyu ve tutkuyu içinde eriten bir şey ‘aşk’ ve ancak aşkı hissettiğimiz anlar yaşadığımızın bilincinde olduğumuz anlar. Elif Şafak yeni romanının başlığını, her şeyi içinde eriten cinsten bir aşk düşünerek tek kelimeyle Aşk olarak adlandırmış. Basit ama bir o kadar da karmaşık. Basit çünkü sıradan bir kadın için aşk neyse o; karmaşık çünkü, içinde her duyguyu erittiğinden çok anlamlılık barındırıyor. Aşk, farklı iki zaman diliminde geçen iki öykü anlatıyor. Birincisi Northampton’da bizimle aynı zaman diliminde yaşayan kırk yaşında, üç çocuk annesi bir ev kadının, diğeri ise Mevlânâ’nın güneşi Tebrizli Şems’in hikâyesi. Şems’in hikâyesini, romanın içinde ‘Aşk Şeriatı’ adlı bir romandan öğreniyoruz. Yan hikâye gibi başlamasına rağmen, ana tema Şems’in öyküsü oluyor. Romandan söz etmeye, içindeki ‘Aşk Şeriatı’ndan başlamak gerekiyor çünkü romanın özü orada yatıyor. ‘Aşk Şeriatı’nın yazarı, Aziz Z. Zahara adlı bir Sufi. 2007 yılında yazdığı Şems’in hayatını bir yayınevine yolluyor. Yayınevinde çalışan Ella adındaki bir editörün yardımcısının yardımcısı, kitabı değerlendirmek üzere okuyor. Okurken bir yandan yazılanlardan, öte yandan yazarın kendisinden etkilenmeye başlıyor. Ella, blog sitesinden e-posta adresini bulduğu Aziz’le yazışmaya başlıyor. Romanını okuduğunu, değerlendirmesi için kendisine verildiğini yazdıktan sonra, kendisiyle ilgili kişisel birkaç olayı da ekliyor kısa mesajına. Ella’nın bunu yapma nedeni, kitabı okuduğu günlerde kendi hayatının da bir dönüm noktasına gelmiş olması. Aşkın ne olduğunu sorgularken eline geçen ‘Aşk Şeriatı’ onun önce aşkı tanımasını sonra da anlamasını sağlıyor. ‘Aşk Şeriatı’, 1245 yılının öncesi ve sonrasında, büyük kısmı Konya’da geçen bir roman. Her karakter birinci tekil şahıstan Şems’le tanışmasını, ondan nasıl etkilendiğini, günlüğe yazılmışçasına anlatıyorlar. Her biri Şems’in hayatındaki bir dönemi ya da birkaç saati anlattığı için, Şems’e çok farklı açılardan bakmamızı sağlıyor ayrıca olayların akışı da bir dilden diğerine hiç aksamıyor. Şems’in kendi ağzından da çocukluğunu, düşüncelerini ve hepsinden önemlisi kırk kuralını öğreniyoruz.
‘Her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz’Romanın kurgusu bu kırk kural üzerinde ayakta duruyor. Sanki kalın bir halat bütün öyküleri, anlatıları, kutsal metinlerden alıntıları ve günümüz dünyasında yaşayan çaresiz ev kadınını bir arada tutuyor. Romanın başında da Şems bunun neden önemli olduğunu açıklıyor. Gezgin bir derviş olarak türlü türlü insan tanımış, her türden acılar görmüş, yoksulların sefaletini, zenginlerin safahatını yakından tanımış ve düşüncelerini kırk kural üzerinde oluşturmuştur. Bunlara “gönlü geniş ve ruhu gezgin Sufi Meşreplilerin kırk kuralı” adını verir. Şems’in kırk kuralı ilk başta, ‘kural’ oldukları için din kitaplarının ve kurumlaşmış dinlerin kurallarını çağrıştırsa da onlardan çok farklı. Tevrat’ın on emri, İslamiyet’in beş şartı gibi inananların yaşamlarını kalıplaştırmak değil kırk kuralın amacı, aksine basmakalıp düşüncelerden kurtulmayı, yaşamın merkezine sevgiyi oturtmayı anlatıyor. Şems’in kurallarından bazıları çok tanıdık, onuncu kural gibi: “Ne yöne gidersen git, -Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.” Bunlar sağduyulu çoğu insanın anlayacağı ve söyleyeceği türden kurallar. Bazı kurallar ise, tasavvuf felsefesinin özünü anlatan çok daha karmaşık ve derinler. Örneğin on beşinci kural: “... Tek tek herbirimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır.” Elif Şafak daha önceki romanlarında metafizik kuramlarıyla ya da daha genel anlamda felsefeyle ilgilenen bir yazardı. Felsefe konusunda Aşk diğer romanlarından çok farklı, burada kuramlar, filozoflar anlatmıyor hiç. Hatta roman boyunca Batı filozoflarının değil sadece, İslam bilginlerinin de adı nadiren geçiyor. Yazarın bunu çok bilinçli yaptığı hissediliyor. Önceki romanlarındaki gibi akılla yaklaşmak istemiyor tasavvuf konusuna, romanın merkezine duyguyu ve sevgiyi yerleştiriyor. Tasavvufu bir öğreti olarak değil, sanki bir yaşam biçimi olarak algılıyor ve bunu yazıyor. Anlatılanlar da bir dini değil, bir yaşam biçimini anlatıyor havası yaratıyor okurda. Bence romanı eşsiz kılan özelliği burada yatıyor. Vaazlar, masal gibi anlatılıyor: İkna etmek için değil, doğru ışığa yönlendirmek için. Şems de en önemli ders verme anlarında hep kutsal metinlerden çıkmış havasında peygamberlerle ilgili hikâyeler anlatıyor. Romanda benim en hoşuma giden bu aralara serpiştirilmiş kısacık hikâyeler oldu. ‘Aşk Şeriatı’nın bir özelliği her bölümün aynı sessiz harfle başlıyor olmasıdır. “Mesnevi’yi şerhedenlerin çoğu bu ölümsüz eserin ‘b’ harfiyle başladığına dikkat çeker. İlk kelimesi: ‘Bişrev!’dir. Yani ‘Dinle!’” Her bölüme bismillah ile başlamak gibi bir düşünce çağrıştırdı bende. Her satır gizlice kutsanmış oluyordu böylece. Elif Şafak gerçek anlamda ustalık örneği sunuyor Aşk’ta. Her romanı ardından her okuru coşturan ve gittikçe güzelleşen diliyle, olağanüstü kurgusuyla, eşsiz bir eser çıkarmış ortaya. Aslında romanın ilk başlarında kendimi kutsal bir metin okur gibi hissettiğim için biraz yadırgadım. Ortaçağ teologlarının “meleklerin kanatlarının ağırlığı var mıdır, yok mudur?” tartışmaları gibi geldi bazı bölümler. Örneğin, Şems ile Rumi’nin ilk karşılaşmaları olan 30 Ekim günündeki tartışmaları ya da Kuran’da kadına dayak var mıdır sorusunun yanıtlanış biçimi. Şafak bazı bölümlerde ve bazı konularda teologlar gibi kabul edilmişi açıklamaya gidiyor, halbuki Batılı zihin açıklama sonunda kabul edilmişi sunar. Aşk bu anlamda Anadolu’nun en zengin felsefesi tasavvufun, en güzel anlatılmış hali.
Radikal Kitap
ASUMAN KAFAOĞLU-BÜKE
Öyle çok anlamları vardır ki ‘aşk’ın. İlkçağ düşünürleri gibi, tanrı aşkı, karı-koca aşkı, erotik aşk için keşke biz de farklı sözcükler mi kullansak diye düşünmeden edemez insan. Midemizin orta yerinde bir sancı olarak hissettiğimiz aşk farklı sözcüklerle ifade edilse de aynı şey olabilir mi? Rumi gibi düşünürler için her duyguyu ve tutkuyu içinde eriten bir şey ‘aşk’ ve ancak aşkı hissettiğimiz anlar yaşadığımızın bilincinde olduğumuz anlar. Elif Şafak yeni romanının başlığını, her şeyi içinde eriten cinsten bir aşk düşünerek tek kelimeyle Aşk olarak adlandırmış. Basit ama bir o kadar da karmaşık. Basit çünkü sıradan bir kadın için aşk neyse o; karmaşık çünkü, içinde her duyguyu erittiğinden çok anlamlılık barındırıyor. Aşk, farklı iki zaman diliminde geçen iki öykü anlatıyor. Birincisi Northampton’da bizimle aynı zaman diliminde yaşayan kırk yaşında, üç çocuk annesi bir ev kadının, diğeri ise Mevlânâ’nın güneşi Tebrizli Şems’in hikâyesi. Şems’in hikâyesini, romanın içinde ‘Aşk Şeriatı’ adlı bir romandan öğreniyoruz. Yan hikâye gibi başlamasına rağmen, ana tema Şems’in öyküsü oluyor. Romandan söz etmeye, içindeki ‘Aşk Şeriatı’ndan başlamak gerekiyor çünkü romanın özü orada yatıyor. ‘Aşk Şeriatı’nın yazarı, Aziz Z. Zahara adlı bir Sufi. 2007 yılında yazdığı Şems’in hayatını bir yayınevine yolluyor. Yayınevinde çalışan Ella adındaki bir editörün yardımcısının yardımcısı, kitabı değerlendirmek üzere okuyor. Okurken bir yandan yazılanlardan, öte yandan yazarın kendisinden etkilenmeye başlıyor. Ella, blog sitesinden e-posta adresini bulduğu Aziz’le yazışmaya başlıyor. Romanını okuduğunu, değerlendirmesi için kendisine verildiğini yazdıktan sonra, kendisiyle ilgili kişisel birkaç olayı da ekliyor kısa mesajına. Ella’nın bunu yapma nedeni, kitabı okuduğu günlerde kendi hayatının da bir dönüm noktasına gelmiş olması. Aşkın ne olduğunu sorgularken eline geçen ‘Aşk Şeriatı’ onun önce aşkı tanımasını sonra da anlamasını sağlıyor. ‘Aşk Şeriatı’, 1245 yılının öncesi ve sonrasında, büyük kısmı Konya’da geçen bir roman. Her karakter birinci tekil şahıstan Şems’le tanışmasını, ondan nasıl etkilendiğini, günlüğe yazılmışçasına anlatıyorlar. Her biri Şems’in hayatındaki bir dönemi ya da birkaç saati anlattığı için, Şems’e çok farklı açılardan bakmamızı sağlıyor ayrıca olayların akışı da bir dilden diğerine hiç aksamıyor. Şems’in kendi ağzından da çocukluğunu, düşüncelerini ve hepsinden önemlisi kırk kuralını öğreniyoruz.
‘Her birimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz’Romanın kurgusu bu kırk kural üzerinde ayakta duruyor. Sanki kalın bir halat bütün öyküleri, anlatıları, kutsal metinlerden alıntıları ve günümüz dünyasında yaşayan çaresiz ev kadınını bir arada tutuyor. Romanın başında da Şems bunun neden önemli olduğunu açıklıyor. Gezgin bir derviş olarak türlü türlü insan tanımış, her türden acılar görmüş, yoksulların sefaletini, zenginlerin safahatını yakından tanımış ve düşüncelerini kırk kural üzerinde oluşturmuştur. Bunlara “gönlü geniş ve ruhu gezgin Sufi Meşreplilerin kırk kuralı” adını verir. Şems’in kırk kuralı ilk başta, ‘kural’ oldukları için din kitaplarının ve kurumlaşmış dinlerin kurallarını çağrıştırsa da onlardan çok farklı. Tevrat’ın on emri, İslamiyet’in beş şartı gibi inananların yaşamlarını kalıplaştırmak değil kırk kuralın amacı, aksine basmakalıp düşüncelerden kurtulmayı, yaşamın merkezine sevgiyi oturtmayı anlatıyor. Şems’in kurallarından bazıları çok tanıdık, onuncu kural gibi: “Ne yöne gidersen git, -Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney- çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır.” Bunlar sağduyulu çoğu insanın anlayacağı ve söyleyeceği türden kurallar. Bazı kurallar ise, tasavvuf felsefesinin özünü anlatan çok daha karmaşık ve derinler. Örneğin on beşinci kural: “... Tek tek herbirimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz. Yaşadığımız her hadise, atlattığımız her badire eksiklerimizi gidermemiz için tasarlanmıştır.” Elif Şafak daha önceki romanlarında metafizik kuramlarıyla ya da daha genel anlamda felsefeyle ilgilenen bir yazardı. Felsefe konusunda Aşk diğer romanlarından çok farklı, burada kuramlar, filozoflar anlatmıyor hiç. Hatta roman boyunca Batı filozoflarının değil sadece, İslam bilginlerinin de adı nadiren geçiyor. Yazarın bunu çok bilinçli yaptığı hissediliyor. Önceki romanlarındaki gibi akılla yaklaşmak istemiyor tasavvuf konusuna, romanın merkezine duyguyu ve sevgiyi yerleştiriyor. Tasavvufu bir öğreti olarak değil, sanki bir yaşam biçimi olarak algılıyor ve bunu yazıyor. Anlatılanlar da bir dini değil, bir yaşam biçimini anlatıyor havası yaratıyor okurda. Bence romanı eşsiz kılan özelliği burada yatıyor. Vaazlar, masal gibi anlatılıyor: İkna etmek için değil, doğru ışığa yönlendirmek için. Şems de en önemli ders verme anlarında hep kutsal metinlerden çıkmış havasında peygamberlerle ilgili hikâyeler anlatıyor. Romanda benim en hoşuma giden bu aralara serpiştirilmiş kısacık hikâyeler oldu. ‘Aşk Şeriatı’nın bir özelliği her bölümün aynı sessiz harfle başlıyor olmasıdır. “Mesnevi’yi şerhedenlerin çoğu bu ölümsüz eserin ‘b’ harfiyle başladığına dikkat çeker. İlk kelimesi: ‘Bişrev!’dir. Yani ‘Dinle!’” Her bölüme bismillah ile başlamak gibi bir düşünce çağrıştırdı bende. Her satır gizlice kutsanmış oluyordu böylece. Elif Şafak gerçek anlamda ustalık örneği sunuyor Aşk’ta. Her romanı ardından her okuru coşturan ve gittikçe güzelleşen diliyle, olağanüstü kurgusuyla, eşsiz bir eser çıkarmış ortaya. Aslında romanın ilk başlarında kendimi kutsal bir metin okur gibi hissettiğim için biraz yadırgadım. Ortaçağ teologlarının “meleklerin kanatlarının ağırlığı var mıdır, yok mudur?” tartışmaları gibi geldi bazı bölümler. Örneğin, Şems ile Rumi’nin ilk karşılaşmaları olan 30 Ekim günündeki tartışmaları ya da Kuran’da kadına dayak var mıdır sorusunun yanıtlanış biçimi. Şafak bazı bölümlerde ve bazı konularda teologlar gibi kabul edilmişi açıklamaya gidiyor, halbuki Batılı zihin açıklama sonunda kabul edilmişi sunar. Aşk bu anlamda Anadolu’nun en zengin felsefesi tasavvufun, en güzel anlatılmış hali.
Radikal Kitap
ELİF ŞAFAK İLE SÖYLEŞİ
Aşk Yazarı: Elif Şafak
Gazetecilik ve yazarlık kimliklerinizle tanınıyorsunuz. Peki, siz kendinizi hangisine daha yakın görüyorsunuz? Köşe yazarlığının sizdeki yeri nedir?
Ben kendimi öncelikle romancı olarak görüyorum. Edebiyatçı olarak. Benim gözümde edebiyatın yeri apayrı. Ama gazete de önemli bir mecra. O kanaldan pek çok okura gündelik hayatın temposu içinde ulaşma şansınız oluyor. Buna da kıymet veriyorum ve gazetede yazmaktan da ayrı bir keyif alıyorum.
Elif Şafak kendini romana nasıl hazırlar, günlük hayattaki gözlemlerinizi ufak notlara iliştirir misiniz? Roman yazma sürecinizden bizlere biraz bahseder misiniz?
Benim için senede iki mevsim var: roman yazma mevsimi, romandan çıkış mevsimi. Yazarken deli gibi bir tempoyla çalışıyorum. Gece gündüz. AŞK’ı hep geceleri yazdım. Çocuklar uyuduktan snra, gece yaratığı oldum.
Okuyucuya emanet ettiğiniz bir kitaptan sonra bir süre yazmaya ara veriyor musunuz yani siyah sütte bahsettiğiniz loğusalık depresyonuna benzer bir durum yazarlık için de geçerli mi?
Her kitaptan sonra biraz bekliyor, demleniyorum. Bir kitabı bitirir bitirmez hemen telaşla yenisine başlamıyorum. Hayatın bana ne getireceğine bakıyorum. Bekliyorum. Çünkü etrafımız alametlerle, okunmayı bekleyen işaretlerle dolu. Hayatı okumaya çalışıyorum. Ben en çok hayattan besleniyorum galiba. Bir de kendi içime yolculuk yapmaktan. Tasavvuftan öğrendiğimiz temel noktalardan biri de bu yönde. İnsan kainatın aynası. O büyük evrende olan biten ne varsa, hepsi mikro düzeyde bizim içimizde de mevcut.
Bit palas romanınız televizyon dizisi haline getiriliyor, daha önce de Menekşe ile Halil adlı dizinin senaryosunu yazmıştınız. Senaryo ve roman yazmak arasında nasıl farklar var?
Televizyon ve edebiyat ya da sinema ve edebiyat farklı tempolara sahip. Farklı dinamiklerle işliyorlar. Ama arada güzel bir diyalog kurulabilirse edebiyatın sinemaya, sinemanın da edebiyata çok şey katabileceğine inanıyorum. Farklı sanat dallarından ilham alıyorum.
Son kitabınız AŞK büyük yankı uyandırdı, tasavvufa olan ilginizi bilmekteyiz, merak ettiğimiz bu konuyu yazmaya nasıl karar verdiğiniz ve okuyucuya sunmak için doğru zamanı nasıl belirlediniz?
Benim tasavvufa doğru akmam bundan onbeş sene evvel başladı. O dönemlerde ağırlıklı olarak entellektüel bir ilgiydi. Tezimi Bektaşi ve Mevlevi düşüncesi hakkında yazdım. Bu konularda okumayı, düşünmeyi hep sevdim. Zamanla akıldan gönüle indi. Kalben bağlandım tasavvufa. AŞK’a gelince, ben ilahi ve dünyevi boyutlarıyla aşkı anlatan bir roman yazmak istedim. Aşkın dünü ve bugünü üzerine... Hem Doğusu hem Batısı olsun istedim. Benim gözümde bu roman aşk ve yolculuklar üzerine kurulu. O zaman baktım ki kitabın yolu Şems’ten geçiyor. Aslında bu romanı yazarken benim ilk çıkış noktam aşktı. Bizler aşkı unuttuk kısmen ama yüreğimizde derinde bir yerde o özlem hep var. Hep arayış hâlindeyiz. Ve bu arayış evrensel. Bütün insanlığın ortak arayışı.
Aşk’ın hazırlanma sürecindeki araştırmalardan ve iki ‘tanınmış’ karakter üzerine hikâye yazmanın kurgu aşamasındaki zorluklarından bahseder misiniz?
Hazreti Mevlana ve Tebriz’in güneşi Şems’i anlatan bir roman yazmak hakikaten zordu. Öncelikle benim bu insanlara saygım var, hürmetim var. Belli bir edeb içinde anlatmak istedim. Öte yandan edebiyatın ve sanatın kendi dinamikleri var. Kimseyi kahramanlaştırmadan anlatmak istedim ki okur da karakterleri yüreğinde hissedebilsin.
Akademik kariyeriniz de bir yandan devam ediyor. Bir süredir Arizona Üniversitesinde Yakın Doğu Araştırmaları bölümünde çalışıyordunuz. Ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?
Çocuklar doğduktan sonra bazı temel değişiklikler yaptım hayatımda. Bir senedir üniversitede ders vermiyorum. Ama daha evvel üniversitede hocaydım. Yardımcı doçentliğe kadar geldim, sonra bıraktım. Hep disiplinlerarası ilerledim akademide. Uluslararası İlişkiler, siyaset bilimi, kadın çalışmaları, kültürel çalışmalar.... Bu alanlarda dersler verdim. Kültür, kadınlık ve edebiyat üzerine yoğunlaştım.
Yazın kariyerinize başlarken örnek aldığınız isimler kimlerdi? Son zamanlarda takip ettiğiniz ve bizimle paylaşmak istediğiniz bir isim var mı?
Kendime örnek aldığım isimler yok. Çok sevdiğim ve “ruhdaşım” addettiğim isimler var. Hem de pek çok. Dünyanın her yerinden. İnsana kıymet veriyorum. Bireye önem veriyorum. Her insan aslında bir hikaye anlatıcı. Hepimizin içinde anlatılmayı bekleyen bir hikaye var. ben genelde insanları dinlemeyi seviyorum.
Ekonomik kriz, edebiyatı da çok etkiledi. Edebiyat dünyasının kalkınması için neler yapılabilir?
Ekonomik kriz edebiyatı etkiledi, doğru. Bizim için öncelikle korsan kitap çok büyük bir sıkıntı. Bu konuda duyarlılığımızı artırmamız lâzım. Ama doğrusu ben Türkiye’de son derece samimi ve hakiki bir edebiyat okuru olduğuna da inanıyorum. Öyle bir okur ki bir kitabı çok severse onu alıp başkalarına hediye ediyor, etrafına, ailesine okutuyor. Aynı kitabı en az beş kişi okuyor. Elden ele dolaşıyor kitaplar. Bunlar beni çok duygulandıran şeyler. Türkiye’deki edebiyat okurunun bende çok özel bir yeri var.
One dergisi okurları adına bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son olarak yazarlık kariyerine yön vermek isteyen gençler için önerileriniz nelerdir?
Eğer yazmayı hakikaten seviyorlarsa, kim ne derse desin, yazıdan asla vazgeçmemelerini öneririm. İnanç, aşk ve emek bu işin üç olmazsa olmaz unsuru.
Çok teşekkür ederim....
Gazetecilik ve yazarlık kimliklerinizle tanınıyorsunuz. Peki, siz kendinizi hangisine daha yakın görüyorsunuz? Köşe yazarlığının sizdeki yeri nedir?
Ben kendimi öncelikle romancı olarak görüyorum. Edebiyatçı olarak. Benim gözümde edebiyatın yeri apayrı. Ama gazete de önemli bir mecra. O kanaldan pek çok okura gündelik hayatın temposu içinde ulaşma şansınız oluyor. Buna da kıymet veriyorum ve gazetede yazmaktan da ayrı bir keyif alıyorum.
Elif Şafak kendini romana nasıl hazırlar, günlük hayattaki gözlemlerinizi ufak notlara iliştirir misiniz? Roman yazma sürecinizden bizlere biraz bahseder misiniz?
Benim için senede iki mevsim var: roman yazma mevsimi, romandan çıkış mevsimi. Yazarken deli gibi bir tempoyla çalışıyorum. Gece gündüz. AŞK’ı hep geceleri yazdım. Çocuklar uyuduktan snra, gece yaratığı oldum.
Okuyucuya emanet ettiğiniz bir kitaptan sonra bir süre yazmaya ara veriyor musunuz yani siyah sütte bahsettiğiniz loğusalık depresyonuna benzer bir durum yazarlık için de geçerli mi?
Her kitaptan sonra biraz bekliyor, demleniyorum. Bir kitabı bitirir bitirmez hemen telaşla yenisine başlamıyorum. Hayatın bana ne getireceğine bakıyorum. Bekliyorum. Çünkü etrafımız alametlerle, okunmayı bekleyen işaretlerle dolu. Hayatı okumaya çalışıyorum. Ben en çok hayattan besleniyorum galiba. Bir de kendi içime yolculuk yapmaktan. Tasavvuftan öğrendiğimiz temel noktalardan biri de bu yönde. İnsan kainatın aynası. O büyük evrende olan biten ne varsa, hepsi mikro düzeyde bizim içimizde de mevcut.
Bit palas romanınız televizyon dizisi haline getiriliyor, daha önce de Menekşe ile Halil adlı dizinin senaryosunu yazmıştınız. Senaryo ve roman yazmak arasında nasıl farklar var?
Televizyon ve edebiyat ya da sinema ve edebiyat farklı tempolara sahip. Farklı dinamiklerle işliyorlar. Ama arada güzel bir diyalog kurulabilirse edebiyatın sinemaya, sinemanın da edebiyata çok şey katabileceğine inanıyorum. Farklı sanat dallarından ilham alıyorum.
Son kitabınız AŞK büyük yankı uyandırdı, tasavvufa olan ilginizi bilmekteyiz, merak ettiğimiz bu konuyu yazmaya nasıl karar verdiğiniz ve okuyucuya sunmak için doğru zamanı nasıl belirlediniz?
Benim tasavvufa doğru akmam bundan onbeş sene evvel başladı. O dönemlerde ağırlıklı olarak entellektüel bir ilgiydi. Tezimi Bektaşi ve Mevlevi düşüncesi hakkında yazdım. Bu konularda okumayı, düşünmeyi hep sevdim. Zamanla akıldan gönüle indi. Kalben bağlandım tasavvufa. AŞK’a gelince, ben ilahi ve dünyevi boyutlarıyla aşkı anlatan bir roman yazmak istedim. Aşkın dünü ve bugünü üzerine... Hem Doğusu hem Batısı olsun istedim. Benim gözümde bu roman aşk ve yolculuklar üzerine kurulu. O zaman baktım ki kitabın yolu Şems’ten geçiyor. Aslında bu romanı yazarken benim ilk çıkış noktam aşktı. Bizler aşkı unuttuk kısmen ama yüreğimizde derinde bir yerde o özlem hep var. Hep arayış hâlindeyiz. Ve bu arayış evrensel. Bütün insanlığın ortak arayışı.
Aşk’ın hazırlanma sürecindeki araştırmalardan ve iki ‘tanınmış’ karakter üzerine hikâye yazmanın kurgu aşamasındaki zorluklarından bahseder misiniz?
Hazreti Mevlana ve Tebriz’in güneşi Şems’i anlatan bir roman yazmak hakikaten zordu. Öncelikle benim bu insanlara saygım var, hürmetim var. Belli bir edeb içinde anlatmak istedim. Öte yandan edebiyatın ve sanatın kendi dinamikleri var. Kimseyi kahramanlaştırmadan anlatmak istedim ki okur da karakterleri yüreğinde hissedebilsin.
Akademik kariyeriniz de bir yandan devam ediyor. Bir süredir Arizona Üniversitesinde Yakın Doğu Araştırmaları bölümünde çalışıyordunuz. Ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?
Çocuklar doğduktan sonra bazı temel değişiklikler yaptım hayatımda. Bir senedir üniversitede ders vermiyorum. Ama daha evvel üniversitede hocaydım. Yardımcı doçentliğe kadar geldim, sonra bıraktım. Hep disiplinlerarası ilerledim akademide. Uluslararası İlişkiler, siyaset bilimi, kadın çalışmaları, kültürel çalışmalar.... Bu alanlarda dersler verdim. Kültür, kadınlık ve edebiyat üzerine yoğunlaştım.
Yazın kariyerinize başlarken örnek aldığınız isimler kimlerdi? Son zamanlarda takip ettiğiniz ve bizimle paylaşmak istediğiniz bir isim var mı?
Kendime örnek aldığım isimler yok. Çok sevdiğim ve “ruhdaşım” addettiğim isimler var. Hem de pek çok. Dünyanın her yerinden. İnsana kıymet veriyorum. Bireye önem veriyorum. Her insan aslında bir hikaye anlatıcı. Hepimizin içinde anlatılmayı bekleyen bir hikaye var. ben genelde insanları dinlemeyi seviyorum.
Ekonomik kriz, edebiyatı da çok etkiledi. Edebiyat dünyasının kalkınması için neler yapılabilir?
Ekonomik kriz edebiyatı etkiledi, doğru. Bizim için öncelikle korsan kitap çok büyük bir sıkıntı. Bu konuda duyarlılığımızı artırmamız lâzım. Ama doğrusu ben Türkiye’de son derece samimi ve hakiki bir edebiyat okuru olduğuna da inanıyorum. Öyle bir okur ki bir kitabı çok severse onu alıp başkalarına hediye ediyor, etrafına, ailesine okutuyor. Aynı kitabı en az beş kişi okuyor. Elden ele dolaşıyor kitaplar. Bunlar beni çok duygulandıran şeyler. Türkiye’deki edebiyat okurunun bende çok özel bir yeri var.
One dergisi okurları adına bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Son olarak yazarlık kariyerine yön vermek isteyen gençler için önerileriniz nelerdir?
Eğer yazmayı hakikaten seviyorlarsa, kim ne derse desin, yazıdan asla vazgeçmemelerini öneririm. İnanç, aşk ve emek bu işin üç olmazsa olmaz unsuru.
Çok teşekkür ederim....
AŞK ÜZERİNE
Hayatlarımızın durgun gölünü dalgalandıran taş misali, yüzleşmek zorunda olduğumuz sıkıntılar, acılar… ve aşkın peşinde kat etmek zorunda olduğumuz zorlu yollar, ödediğimiz bedeller…Aşk… kitap içinde bir kitap, hayatın anlamı peşinde bir aşk macerası…Aşk… Elif Şafak'tan arayışa, gerçeğe ve keşfetmeye dair bir roman.
Elif ŞAFAK
Elif Şafak
Strasbourg doğumlu Elif Şafak ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi, yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümü’nde, doktorasını ise siyaset bilimi alanında tamamladı. İlk öykü kitabı Kem Gözlere Anadolu’yu 1994’te yayımladı. İlk romanı Pinhan’la 1998 Mevlana Büyük Ödülü’nü aldı. Bunu Şehrin Aynaları ile Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’nü kazandığı Mahrem izledi (2000). Ardından her ikisi de çok satan ve geniş bir okur kesimine ulaşan Bit Palas (2002) ve İngilizce kaleme aldığı Araf (2004) yayımlandı. Med-Cezir’de (2005) kadınlık, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat konulu yazılarını topladı. 2006’da senenin en çok okunan kitabı olan Baba ve Piç yayımlandı. Ardından aylarca satış listelerinden inmeyen ilk otobiyografik kitabı Siyah Süt’ü (2007) yazdı.
Düzenli olarak Habertürk gazetesinde yazan, makaleleri yabancı gazete ve dergilerde çıkan ve yirmiden fazla dile çevrilen Elif Şafak’ın romanları dünyanın en önemli yayınevlerinden Farrar, Straus and Giroux, Viking ve Penguin tarafından yayımlanmakta.
Son romanı Aşk, Ocak 2010´da Amerika´da Viking tarafından The Forty Rules of Love ismiyle yayımlanacaktır.
Strasbourg doğumlu Elif Şafak ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi, yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümü’nde, doktorasını ise siyaset bilimi alanında tamamladı. İlk öykü kitabı Kem Gözlere Anadolu’yu 1994’te yayımladı. İlk romanı Pinhan’la 1998 Mevlana Büyük Ödülü’nü aldı. Bunu Şehrin Aynaları ile Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’nü kazandığı Mahrem izledi (2000). Ardından her ikisi de çok satan ve geniş bir okur kesimine ulaşan Bit Palas (2002) ve İngilizce kaleme aldığı Araf (2004) yayımlandı. Med-Cezir’de (2005) kadınlık, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat konulu yazılarını topladı. 2006’da senenin en çok okunan kitabı olan Baba ve Piç yayımlandı. Ardından aylarca satış listelerinden inmeyen ilk otobiyografik kitabı Siyah Süt’ü (2007) yazdı.
Düzenli olarak Habertürk gazetesinde yazan, makaleleri yabancı gazete ve dergilerde çıkan ve yirmiden fazla dile çevrilen Elif Şafak’ın romanları dünyanın en önemli yayınevlerinden Farrar, Straus and Giroux, Viking ve Penguin tarafından yayımlanmakta.
Son romanı Aşk, Ocak 2010´da Amerika´da Viking tarafından The Forty Rules of Love ismiyle yayımlanacaktır.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)

